Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, yalnızca bir askeri deha değil, aynı zamanda bir ekonomi stratejistiydi. Onun önderliğinde şekillenen Türkiye’nin ilk yılları, savaş yorgunu bir toplumun yeniden ayağa kalktığı, tarım toplumundan sanayileşen bir ülkeye dönüşümün temellerinin atıldığı yıllardı. Bugün 10 Kasım’da onu anarken, yalnızca bir lideri değil; Türkiye’nin üretim gücünün, sanayisinin, ekonomisinin ve hatta geleceğe uzanan teknoloji vizyonunun mimarını da hatırlamak gerekir.
1923’te düzenlenen İzmir İktisat Kongresi, Atatürk’ün ekonomik bağımsızlığı, askeri zafer kadar önemli gördüğünün en somut göstergesiydi. Kongrede alınan kararların çoğu üretim temelli bir kalkınma modelini işaret ediyordu. “Siyasi bağımsızlık, iktisadi bağımsızlıkla taçlanmadıkça tam değildir” diyen Atatürk, bu anlayışla sanayileşme adımlarını planlı bir biçimde attı. Devletçilik politikası, o dönemin koşullarında bir ideolojik tercih değil, zorunlu bir kalkınma modeliydi. Çünkü sermaye birikimi yoktu; özel girişim yeterince güçlü değildi. Devlet, hem üretici hem öncü bir rol üstlenmek zorundaydı.
Bu süreçte, Adana’da üretilen pamuğun tekstil sanayisine dönüşmesi, yalnızca bir tarım ürünü ihracatı değil, yerli sanayinin doğuşuydu. Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Sümerbank, bu pamuğu işleyip kumaşa, o kumaşı da üretim gücüne dönüştüren bir sistemin simgesi oldu. Benzer şekilde, Karadeniz’in fındığı, sanayi girdisi olarak kullanılarak gıda sanayisinin ve hatta kimya ve silah sanayisinin gelişmesine katkı sağladı. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan tesislerde, elde edilen tarım ürünleri yalnızca tüketim değil, üretim zincirinin bir parçası olarak planlandı.
Bu planlı dönüşüm, 1930’larda hazırlanan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile kurumsal bir niteliğe büründü. Plan, Türkiye’nin tarımsal üretim kabiliyetini sanayi girdisine dönüştürmeyi hedefliyordu. O yıllarda Kayseri’de dokuma fabrikaları, Kırıkkale’de silah ve mühimmat tesisleri, İzmit’te kâğıt fabrikası, Nazilli’de pamuklu dokuma fabrikası kuruldu. Her biri, Türkiye’nin farklı bölgelerinde üretim zincirini güçlendiren, aynı zamanda ulusal ekonomiyi ayakta tutan stratejik yatırımlardı.
Atatürk’ün “üretim temelli büyüme” anlayışı, İzmir İktisat Kongresi’nin temel maddelerinde de açıkça görülüyordu. “Milli iktisat” ilkesi, hem kaynakların yerli kullanımını hem de üretimin ülke geneline yayılmasını öngörüyordu. Bugün bu ilkenin ne kadar ileri görüşlü olduğunu anlamak için Türkiye’nin sanayi haritasına bakmak yeterli. Cumhuriyetin ilk sanayi yatırımlarının kurulduğu iller, günümüzde de sanayinin kalbini oluşturmaya devam ediyor.
Atatürk’ün vizyonu yalnızca sanayileşmeyle sınırlı değildi; bilime, teknolojiye ve eğitime dayalı bir üretim toplumunun inşasını öngörüyordu. 1933 Üniversite Reformu, bu anlayışın en güçlü halkalarından biriydi. Bilimsel düşünce, üretim gücüyle birleştiğinde kalkınmanın sürdürülebilir hale geleceğini görmüştü.
Bugün Türkiye’nin uzay programı, yerli otomobili, savunma sanayii teknolojileri, yapay zekâ ve dijital dönüşüm projeleri bu tarihsel çizginin devamıdır. Çünkü Atatürk, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” derken aslında geleceğin üretim toplumunu tarif ediyordu.
Cumhuriyetin ilk sanayi adımları, yalnızca o dönemin ekonomik ihtiyaçlarını karşılamakla kalmadı; Türkiye’nin yüzyıl sonra dahi ayakta duracağı üretim ve teknoloji temelli kalkınma anlayışını da şekillendirdi. Bugün savunma sanayiinde, havacılıkta, enerjide ve bilişimde atılan her adım, 1923’te İzmir’de başlayan ekonomik uyanışın modern yansımalarıdır.
Atatürk’ün hedefi yalnızca çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak değil, o seviyenin üzerine çıkmak idi. Türkiye bugün, sanayileşme hedefini teknolojik üstünlükle taçlandırma sürecindedir. Bu nedenle Atatürk’ü anmak, onu anlamakla mümkündür.
10 Kasım’da, yalnızca bir yas günü değil, üretimin, kalkınmanın ve bilimin değerini yeniden hatırlama günü olarak bakmak gerekir. Çünkü Atatürk’ün gerçek mirası; fikirde, bilimde, üretimde ve sanayileşmede saklıdır.

Kaynak: Sanayi Haber Ajansı