ÜCRET POLİTİKALARI SINIF FARKLARINI SİLDİ

Yayınlama: 22.06.2025
6
A+
A-
Sanayi Haber Ajansı İstanbul Temsilcisi Ekonomist / Yazar

Türkiye’de iş gücü piyasasında uzun yıllardır var olan eğitim, kıdem, vasıf gibi ücret belirleyicilerinin etkisi giderek zayıflıyor. Geleneksel olarak “beyaz yaka” olarak adlandırılan, daha yüksek eğitimli ve nitelikli çalışanlar artık, ücret açısından “mavi yakalılardan” pek farklı olmayan, hatta bazı alanlarda onların gerisinde kalan bir ekonomik çıkmazın içinde. Bu süreçte ücret politikaları, tüm sınıfsal farkları eritirken, işçi sınıfının örgütsüz ve güvencesiz kesimini büyütüyor. Peki, bu tablonun arkasında ne var? Beyaz yakalıların yaşadığı “çıkmaz” neden kaynaklanıyor? Örgütlenme ve dayanışma neden bugünün en önemli çözümü olarak öne çıkıyor? Tüm bu sorulara, uzmanların analizleri ve güncel gelişmeler ışığında kapsamlı bir bakış atalım.

  1. BEYAZ YAKA, ARTIK AYRI BİR SINIF DEĞİL: ÜCRET POLİTİKALARININ DÖNÜŞÜMÜ

Türkiye’de, özellikle 2021’den itibaren derinleşen ekonomik kriz, iş gücü piyasasında yapısal bir değişime yol açtı. Eskiden kıdemi, vasfı, eğitim düzeyi yüksek olan beyaz yakalılar, ücretlerinde belirgin üstünlük ve ekonomik güvenceye sahipken, artık bu üstünlük neredeyse tamamen ortadan kalktı. Ücret artışları, iş yükü ya da sektör fark etmeksizin tüm ücretlilerin alım gücü hızla eriyor.

Türkiye’nin sanayi bölgelerinde binlerce işçinin sefalet ücretlerine karşı greve gitmesi, bu derinleşen yoksullaşmanın somut bir göstergesi. Ancak örgütlenme konusunda durum daha da düşündürücü. Grev ve direnişlerde mavi yakalı işçiler öne çıkarken, beyaz yakalılarda örgütlenme oranı banka-finans sektörü dışında yüzde 10’un altına düşüyor. Yani, beyaz yakalılar içinde dayanışma ve ortak mücadele neredeyse yok denecek kadar az.

Bu gelişme, Türkiye’de ücret politikalarının sınıfsal farkları silip süpürdüğünün en somut kanıtı. Artık eğitimli ya da vasıflı olmanın ücret açısından anlamı azaldı. Ücretlerde “eşit yoksullaşma” süreci yaşanıyor. Beyaz yakalıların giderek daha geniş bir kısmı, artık yoksullaşan emekçi sınıfının bir parçası haline geldi.

  1. SINIF İÇİ BÖLÜNMELER: BEYAZ VE MAVİ YAKA ARASINDAKİ YANILTICI FARKLAR

Sosyolog Hakan Koçak’ın da işaret ettiği gibi, tarih boyunca işçi sınıfının farklı kesimleri birbirine karşı kışkırtıldı, rekabet ettirildi, hatta düşmanlaştırıldı. Bu, egemenlerin işçi sınıfını bölerek mücadeleyi zayıflatmak için kullandığı etkili bir stratejidir. Bugün Türkiye’de beyaz ve mavi yakalı işçiler arasındaki ayrım, tam da bu mekanizmanın güncel hali.

Beyaz yakalılar, “biz mavi yakalılardan farklıyız, daha nitelikli ve ayrıcalıklıyız” algısını korumaya çalışsa da gerçekler bunun tam tersi. Sendikalaşma oranları incelendiğinde, mavi yakalı işçiler beyaz yakalılara göre daha örgütlü ve kolektif hak mücadelesinde daha etkili. Beyaz yakalıların daha az örgütlü olması onları krize karşı daha savunmasız bırakıyor.

Bu noktada “kendine beyaz yaka diyenler yeni proleterlerdir” tespiti kritik. Tek farkları diplomaları ve kıyafetleri. Ekonomik güvenceleri yok, sendikal örgütlülükleri sınırlı ve gelecek kaygıları oldukça yüksek. Bu haliyle, aslında işçi sınıfının temel parçalarından biri haline gelmiş durumdalar.

  1. GELİR DAĞILIMINDAKİ ADALETSİZLİK VE “GEMİSİNİ KURTARAN KAPTAN” İDEOLOJİSİ

Ücretlerin giderek düştüğü, işçi sınıfının tamamının yoksullaştığı bu tabloda, ücret dengesizliklerinin asıl sebebi sendikalı ya da yüksek ücretli işçiler değil. Mesele, gelir ve kazançların toplumda adil paylaşılmaması, kaynakların çoğunlukla sermaye ve üst gelir gruplarında toplanması.

1980 sonrası Türkiye’sinde, ANAP ve AKP dönemlerinde yaygınlaşan “gemisini kurtaran kaptan” anlayışı, bireysel çıkarları toplumsal dayanışmanın önüne koydu. İşçi sınıfı içinde ise rekabet, bölünme ve yalnızlaşma arttı. Bu ideoloji, beyaz ve mavi yakalıları birbirine düşürürken, sermaye sınıfının çıkarlarını güvence altına aldı.

Bugün beyaz yakalıların içinde bulunduğu durum, bu ideolojinin sonucu. Örgütlenme ve sınıf bilinci zayıflarken, işçiler kendi aralarında rekabet ediyor; sermayenin ve siyasi iktidarın oyununa gelerek kendi geleceğini riske atıyor.

  1. HINÇ VE ÖFKE TOPLUMU: TÜRKİYE’DE GÜVENCESİZLİĞİN SOSYOLOJİK ETKİLERİ

İstanPol Araştırma’dan Alphan Telek, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumu “hınç ve öfke toplumu” olarak tanımlıyor. Ülke genelinde yaşanan yaygın güvencesizlik, işsizlik, düşük ücret ve ekonomik kriz, insanların birbirine olan güvenini yok ediyor.

Yüksek öğrenim görmüş kişilerin iş piyasasındaki ayrıcalıkları azalıyor; teknoloji yatırımlarının yetersizliği ve iş piyasasındaki talep değişimleri nedeniyle, üniversiteliler ve yüksek nitelikli iş gücüne olan ihtiyaç azaldı. Bu da beyaz yakalıların kendi geleceklerine dair umutlarını kırıyor.

Telek’in dikkat çektiği en önemli nokta, beyaz yakalıların sahip oldukları “özel” kimlik algısı ile üzerlerindeki şirket kontrolü arasındaki gerilim. Beyaz yakalılar, eğitimlerine ve statülerine olan inançları nedeniyle, örgütlenmeye ve sokakta mücadeleye mesafeli duruyorlar. İçten içe kızgınlar ama bu kızgınlık aktif bir direnişe dönüşmüyor. Bu durum, onların krize karşı dirençsiz kalmasına yol açıyor.

  1. SENDİKALAR VE ALTERNATİF ÖRGÜTLENME MODELLERİ: BEYAZ YAKALILAR İÇİN YENİ YOL HARİTASI

Beyaz yakalılar için alternatif örgütlenme girişimleri geçmişte oldu ancak uzun ömürlü olmadı. 2012-2021 yılları arasında beyaz yakalılarla sendikalar arasında köprü olmayı amaçlayan “Kaç Bize Gel” gibi platformlar, ekonomik ve toplumsal kriz dönemlerinde bile sürdürülebilir dayanışma sağlayamadı.

Avukat Hikmet Topal, beyaz yakalıların kriz dönemlerinde en zayıf halkayı oluşturduğunu, kendi hayatlarına daha fazla odaklandıklarını söylüyor. Pandemi dönemiyle birlikte faaliyetlerin durduğunu ve üyelerin meslek sendikalarına yönlendirilmesi gerektiğini vurguluyor.

Topal’ın belirttiği gibi, büyük sendikalar genellikle petrol, kimya, metal gibi ofis dışı iş kollarında daha etkin. Beyaz yakalıların ise sosyolojik farklılıkları göz önünde bulundurularak, daha esnek, dijital ve katılımcı örgütlenme modellerine ihtiyaçları var. Sendikaların bu değişime uyum sağlaması, beyaz yakalıların örgütlenmesini artırabilir.

  1. SONUÇ: ÖRGÜTLENME VE DAYANIŞMA DIŞINDA ÇIKIŞ YOLU YOK

Türkiye’nin güncel iş gücü piyasası gerçekleri, eğitimli ya da vasıflı olmanın ücret garantisi sağlamadığı, iş güvencesinin büyük oranda kaybolduğu bir dönemi işaret ediyor. Beyaz yakalılar artık kendi “özel” sınıf kimliklerinin yanılsamasından kurtulmalı, emekçi sınıfının bir parçası olarak örgütlenmeye, dayanışmaya ve ortak mücadeleye yönelmeliler.

Ücret politikalarının sınıfsal farkları silip yoksullaşmayı yaygınlaştırdığı bu koşullarda, mücadeleyi büyütmenin tek yolu, işçi sınıfı içindeki bölünmeleri aşmak ve ortak bir sınıf bilinci oluşturmak. Sendikaların ve alternatif örgütlenme biçimlerinin beyaz yakalıların ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılması, önümüzdeki dönemin en önemli gündemi olmalı.

Unutulmamalı ki, ekonomik krizlerin ve güvencesizliğin ağır yükü, örgütsüzlük ve yalnızlıkla daha da katlanılmaz hale gelir. Ancak birlik ve dayanışma ile ücretli emekçiler, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirebilir, kendilerini güvencede hissetmeye başlayabilirler.

 

 

 

Kaynak: Sanayi Haber Ajansı

Yazarın Son Yazıları
2024 ULUSAL EĞİTİM İSTATİSTİKLERİ GİRİŞ Türkiye’nin eğitim alanındaki gelişmeleri, ülkenin sosyoekonomik kalkınmasının en önemli göstergelerinden biri olarak kabul ediliyor. Eğitimde elde edilen ilerlemeler hem bireylerin hayat kalitesini yükseltiyor hem de toplumun genel refahına büyük katkı sağlıyor. 2024 yılına ait ulusal eğitim istatistikleri, özellikle yükseköğretim mezuniyet oranları, okuryazarlık düzeyi ve ortalama eğitim süresi gibi temel parametrelerde dikkate değer değişimler olduğunu ortaya koyuyor. Bu kapsamlı analizde, 2008 yılından günümüze uzanan eğitim verileri ışığında, Türkiye’de eğitimde yaşanan gelişmelerin boyutlarını ayrıntılı şekilde ele alacağız. Ayrıca OECD ülkeleriyle kıyaslamalar yaparak, Türkiye’nin uluslararası alandaki konumunu da değerlendireceğiz. 1. YÜKSEKÖĞRETİM MEZUN ORANINDAKİ DRAMATİK ARTIŞ 2008 yılında 25-34 yaş grubundaki genç nüfusun sadece %13,5’i yükseköğretim mezunu iken, bu oran 2024 yılında %44,9’a yükselmiştir. Bu artış, Türkiye’de yükseköğretime erişimde ve tamamlamada ciddi bir dönüşümün yaşandığını gösteriyor. Kadın ve erkek nüfusun eğitimdeki ilerlemesine baktığımızda ise kadınlarda daha dikkat çekici bir gelişme gözlemlenmektedir. 2008’de kadınlarda yükseköğretim mezun oranı %12,5 iken, 2024’te %48,9’a kadar çıkmıştır. Erkeklerde ise %14,6’dan %41,1’e yükselme söz konusudur. Bu veriler, kadınların eğitim fırsatlarına erişiminin ve eğitimdeki başarılarının arttığını, cinsiyet eşitliği yönünde önemli bir yol alındığını göstermektedir. Ayrıca bu artış, iş gücü piyasasında kadınların daha aktif rol almasını da desteklemektedir. 2. TÜRKİYE VE OECD ÜLKELERİ ARASINDAKİ YÜKSEKÖĞRETİM MEZUNİYETİ KARŞILAŞTIRMASI OECD’nin 2022 yılı verilerine göre, 25-34 yaş grubunda yükseköğretim mezunlarının oranı ortalama %47,4’tür. Türkiye ise %42,9 ile bu ortalamaya oldukça yaklaşmıştır. Bu, Türkiye’nin eğitimde yakaladığı ilerlemenin uluslararası platformda da karşılık bulduğunun bir göstergesidir. OECD ülkeleri arasında en yüksek yükseköğretim mezuniyet oranı %69,6 ile Güney Kore’ye aitken, en düşük oran %27,3 ile Meksika’da görülmektedir. Türkiye’nin bu skalada orta-üst seviyede yer alması, eğitim politikalarının doğru yönde ilerlediğini ve genç nüfusun eğitimde daha donanımlı hale geldiğini işaret eder. 3. 25 YAŞ VE ÜZERİNDEKİ NÜFUSTA EĞİTİM DÜZEYİ Sadece genç nüfus değil, 25 yaş ve üzerindeki genel nüfusta da yükseköğretim mezun oranı son 16 yılda ciddi artış göstermiştir. 2008’de %9,8 olan bu oran, 2024’te %25,3’e ulaşmıştır. Bu, yetişkin nüfusun da eğitim seviyesinin yükseldiğini gösterir. Ortaöğretim ve üzeri eğitim düzeyini tamamlayanların oranı ise 2008’de %26,5 iken, 2024’te %49,4’e yükselmiştir. Bu da Türkiye’de genel eğitim seviyesinin her yaş grubunda arttığını, eğitimde süreklilik ve yaygınlık sağlandığını ortaya koyar. 4. ORTALAMA EĞİTİM SÜRESİ VE BÖLGESEL FARKLILIKLAR 2024 yılı verilerine göre, Türkiye’de 25 yaş ve üzeri nüfusun ortalama eğitim süresi 9,5 yıldır. Kadınların ortalama eğitim süresi 8,8 yıl olurken, erkeklerde bu süre 10,2 yıldır. Bu fark, eğitimde cinsiyet eşitliğine ulaşmak için atılması gereken adımların halen olduğunu göstermektedir. Bölgesel farklılıklar ise dikkat çekicidir. Ortalama eğitim süresi en yüksek olan il Ankara’dır (10,8 yıl). İstanbul, Eskişehir, Kocaeli ve İzmir gibi büyükşehirler de yüksek eğitim süresi ortalamasıyla bu listeyi takip etmektedir. Buna karşılık Ağrı, Şanlıurfa, Muş, Kastamonu ve Van gibi illerde ortalama eğitim süresi görece düşüktür (7,5 yıl ile Ağrı en düşük). Bu durum, bölgeler arası eğitim fırsatları ve erişiminde eşitsizliklerin devam ettiğini göstermektedir. Devlet politikalarının bu farklılıkları azaltmaya yönelik odaklanması önem taşımaktadır. 5. EĞİTİM SÜRESİNDEKİ SON 10 YILLIK ARTIŞ 2015-2024 yılları arasında ortalama eğitim süresinde en yüksek artış %51,6 ile Şırnak’ta gerçekleşmiştir. Bunu %42,1 ile Hakkâri, %39,9 ile Muş, %38,5 ile Şanlıurfa ve %37,3 ile Bingöl takip etmektedir. Bu illerdeki artışlar, bölgesel kalkınma çabalarının eğitim alanında da olumlu sonuç verdiğine işaret ediyor. Öte yandan, Ankara, Eskişehir, Tekirdağ, İzmir ve İstanbul gibi büyükşehirlerdeki artış oranları %13-16 arasında kalmıştır. Bu illerde zaten eğitim süresi yüksek olduğu için artış oranı daha düşük görünmektedir. 6. OKURYAZARLIK ORANI YÜKSELDİ 6 yaş ve üzeri nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2008’de %91,8 iken, 2024 yılında %97,8’e yükselmiştir. Bu oran, kadınlarda %86,9’dan %96,2’ye, erkeklerde ise %96,7’den %99,3’e çıkmıştır. Okuryazarlık oranındaki bu artış, temel eğitime erişimin yaygınlaşmasının yanı sıra, özellikle kadınlarda eğitim hakkının önemli ölçüde genişlediğini gösteriyor. Okuryazarlık, bireylerin toplumsal hayata katılımı ve ekonomik faaliyetlere dahil olması açısından hayati bir beceridir. 7. EBEVEYNLERİN EĞİTİM DÜZEYİ VE BİREYLERİN EĞİTİM BAŞARISI 2024 verileri, ebeveynlerin eğitim düzeyinin çocukların eğitim başarısı üzerinde güçlü bir etkisi olduğunu ortaya koyuyor. Annesi yükseköğretim mezunu olan fertlerin %84,4’ü yükseköğretimi tamamlamışken, bu oran babası yükseköğretim mezunu olanlarda %80,3 olarak tespit edilmiştir. Annesi ortaöğretim mezunu olanların %64,3’ü, babası ortaöğretim mezunu olanların ise %55,7’si yükseköğretim mezunudur. Ebeveynlerin daha düşük eğitim seviyesine sahip olması durumunda ise yükseköğretim tamamlama oranları belirgin biçimde düşmektedir. Bu veriler, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması ve ailelerin eğitim seviyesinin yükseltilmesinin, ülkenin genel eğitim düzeyini artırmada kritik öneme sahip olduğunu göstermektedir. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Türkiye’nin eğitim alanında son 16 yılda yaşadığı dönüşüm gerek genç nüfus gerekse genel nüfus açısından oldukça olumlu ve cesaret vericidir. Yükseköğretim mezun oranlarının önemli ölçüde artması, okuryazarlık oranlarının yükselmesi ve ortalama eğitim süresindeki gelişmeler, ülkemizin eğitimde ileriye doğru sağlam adımlar attığını gösteriyor. Ancak bölgesel farklılıklar, cinsiyetler arası eşitsizlikler ve ebeveynlerin eğitim seviyesine bağlı değişkenlikler gibi konular, dikkatle ele alınması gereken alanlar olarak kalmaya devam ediyor. Eğitimde kaliteyi artırmak ve fırsat eşitliğini sağlamak adına özellikle dezavantajlı bölgeler ve gruplar için hedeflenmiş politikalar önem arz etmektedir. Sonuç olarak, Türkiye’nin eğitimde yakaladığı başarı, sürdürülebilir kalkınmanın temel taşlarından biridir ve bu alandaki gelişmelerin takip edilmesi, ülkenin geleceği için kritik öneme sahiptir. Kaynak: TÜİK ZAFER ÖZCİVAN Ekonomist-Yazar zozcivan@hotmail.com
30.05.2025
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.