14 Temmuz 2025 tarihli Resmî Gazete ’de yayımlanan kararlarla birlikte Türkiye, enerjide yeni bir sayfa daha açtı. İzmir, Muğla, Gaziantep, Muş ve Yozgat gibi illerde kurulacak rüzgâr ve güneş enerji santralleri ile bu santrallerden şehir merkezlerine kadar uzanacak enerji iletim hatları için “acele kamulaştırma” kararları alındı. İlk bakışta “bürokratik” bir işlem gibi görünse de bu kararlar, Türkiye’nin son 40 yılda yaşadığı büyük enerji dönüşümünün ve devlet-özel sektör ilişkilerinde gelinen noktanın somut bir yansıması.
Dünden bugüne: Türkiye’nin enerji yolculuğu ve özelleştirmenin iki yüzü
Türkiye’de enerji sektörü uzun yıllar boyunca tamamen kamunun elindeydi. 1980’lerin sonlarında başlayan ve 1990’larda yavaş yavaş ivme kazanan özelleştirme politikaları, özellikle 2000’li yıllarla birlikte enerji sektöründe ciddi bir dönüşüm yarattı.
Elektrik dağıtım bölgeleri özel şirketlere devredildi.
Termik ve hidroelektrik santraller satıldı.
Yenilenebilir enerji alanında özel sektör yatırımlarının önü açıldı.
Bu süreç, ilk etapta çok önemli kazanımlar getirdi:
Altyapı hızla modernleşti, yeni teknolojiler devreye girdi.
90’lı yıllarda haftalarca süren elektrik kesintileri tarihe karıştı.
Türkiye’nin toplam kurulu gücü katlanarak arttı.
Yenilenebilir enerji (rüzgâr, güneş, jeotermal) alanında özel girişimciler çok sayıda proje geliştirdi.
Fakat bu süreçte, beklenmeyen veya göz ardı edilen bazı olumsuzluklar da kendini gösterdi:
Elektrik fiyatları yükseldi ve bu artış doğrudan vatandaşın faturasına yansıdı.
Yatırımlar genellikle kârlı ve nüfus yoğun bölgelerde yoğunlaştı; kırsalda hizmet kalitesi zaman zaman geriledi.
Kamu denetimi zayıfladı; bazı şirketlerin hizmet kalitesi veya yatırım taahhütlerini yeterince yerine getirmemesi kamuoyunda tartışmalara yol açtı.
Kısacası özelleştirme, hızlı yatırım ve modernleşme açısından önemli bir itici güç oldu; fakat “herkes için erişilebilir, uygun fiyatlı ve kaliteli enerji” hedefi açısından eksikleri de beraberinde getirdi.
Bugünkü acele kamulaştırmaların arka planında ne var?
Günümüzde Türkiye’nin enerji politikası, “devlet mi özel sektör mü?” tartışmasının ötesine geçmiş durumda. Artık daha karma, hibrit bir model uygulanıyor:
Devlet, stratejik önem taşıyan taşınmazlar için hızlı kamulaştırma yapıyor; böylece projelerin mahkemelerde yıllarca sürüncemede kalmasının önüne geçiyor.
Özel sektör ise sermaye ve teknolojiyi getirerek yatırımları gerçekleştiriyor.
Bu yöntem, Türkiye’nin özellikle iki büyük hedefine ulaşmasında kritik rol oynuyor:
Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının payını artırarak hem çevreye duyarlı hem de sürdürülebilir bir üretim yapısına geçmek.
Enerji iletim hatları gibi altyapı projeleri çoğu zaman arazi anlaşmazlıkları nedeniyle yıllarca gecikebiliyor. Oysa Türkiye’nin 2035 yılına kadar enerjide %65’in üzerinde yenilenebilir kaynak hedefi var ve bu hedefe ulaşmak için yeni santrallerin ve hatların bir an önce devreye alınması gerekiyor.
Enerji özelleştirmelerinin artıları ve eksileri: Daha geniş bir bakış
Artılar:
Hızlı kapasite artışı ve altyapı yatırımları
Kesintilerin azalması ve şehirlerde daha istikrarlı enerji arzı
Çevreci, yenilenebilir kaynakların teşvik edilmesi
Özel sektörün getirdiği yeni teknoloji ve işletme verimliliği
Eksiler:
Faturalara yansıyan hızlı ve yüksek fiyat artışları
Kârlı bölgelerde yatırım yoğunlaşması; diğer bölgelerin ihmal edilmesi
Kamu kontrolünün zayıflaması ve bazı şirketlerin hizmet kalitesinin düşmesi
Uzun vadede sosyal devlet anlayışı ile piyasa dinamikleri arasındaki dengenin kaybolması
Bu tablo aslında Türkiye’ye özgü değil; pek çok ülkede özelleştirme benzer sonuçlar doğurdu. Fakat Türkiye’deki fark; son yıllarda devletin yeniden “stratejik alanlarda” daha aktif bir rol üstlenmesi.
Türkiye’nin enerji fotoğrafı ve önümüzdeki yıllar
Bugün itibarıyla Türkiye’nin toplam elektrik kurulu gücünün yaklaşık %55’i yenilenebilir kaynaklardan geliyor. Devletin hedefi ise bu oranı 2035’e kadar %65’e çıkarmak. Bunun için:
Güneş ve rüzgâr kapasitesini artıracak yeni santraller,
Bu santralleri ana şebekeye bağlayacak güçlü ve hızlı iletim hatları,
Ve enerji depolama projeleri gerekiyor.
Acele kamulaştırma kararları işte tam da bu hedeflerin “hızlanması” için devreye giriyor. Çünkü proje ne kadar gecikirse, Türkiye’nin dışa bağımlılığı da o kadar uzun sürüyor.
Sonuç: Kâğıt üzerindeki bir karar, aslında çok daha fazlası…
14 Temmuz’da Resmî Gazete ‘de çıkan acele kamulaştırma kararları, sadece bir bürokratik işlem değil; Türkiye’nin enerji politikasındaki evrimin ve devlet-özel sektör iş birliğinin geldiği yeni aşamanın resmi.
Devlet, artık sadece “denetleyen” değil; gerektiğinde kritik altyapının önünü açan bir kolaylaştırıcı. Özel sektör ise yatırımı, sermayeyi ve teknolojiyi getirerek enerjideki dönüşümün motor gücü.
Bu model; hem vatandaşın daha ucuz ve temiz enerjiye kavuşması, hem de ülkenin stratejik hedeflerine ulaşması açısından çok önemli. Türkiye, enerjide geçmişteki hatalarından ve eksiklerinden ders alarak daha dengeli bir yola girmiş görünüyor.
Ve bu yolculuğun her adımında; sadece enerji üretimi değil, toplumsal fayda, çevre duyarlılığı ve ekonomik sürdürülebilirlik de ön planda tutulmaya çalışılıyor.
Kaynak: Sanayi Haber Ajansı